Kıymetli okurlarım, son zamanlarda büyük küçük hemen herkesin içine düştüğü, belki de içine itildiği bir sözde sosyalleşmeyle karşı karşıyayız… Yaşadığımızı bilsinler diye mi yoksa herkes bizi beğensin diye mi bilinmez, bu asosyal sosyalleşmeyi aranızda hissetmeyen de yoktur sanırım…
Evet, sosyal medya çukurundan bahsediyorum… Öyle bir çukur ki; içine giren her yaştaki kişiyi sanki büyük bir girdabın ya da karadeliğin sonsuz çekimiyle döndürdükçe döndürüp en diplere çekildiğini de fark ettirmeyen cinsten bir çukur…
Peki, ne oldu da birdenbire aynı çukurda debelenmeye başladık dersiniz? Çok mu yalnızdık ya da çok mu ihtiyaç duyuyorduk sanal da olsa beğenilmeye ve de sevilmeye dersiniz?
Şimdi söze böyle başlayınca dijital çağda yaşadığımız şu dönemde herhangi bir gelişmeye de karşı olduğum sanılmasın. Ancak anlatmaya çalıştığım şey dijital gelişimlerin olumsuz yansımaları değil, bizlerin hayatlarına yansıyan hatta hayatların son bulmasına kadar uzanabilen bir olumsuz yansıma… Hemen her gün yalnızca ülkemizde değil, dünyanın dört bir yanından duyabildiğimiz sosyal medyaya karşı yüklenilen güçlü algıların, çocukların ve gençlerin yaşamlarında ne derece ayrı bir güce sahip olduğunu maalesef inkâr edemeyiz…
Özellikle gelişim çağında olan gençler, daha kendi bedenlerini ve kişiliklerini tanıyıp öğrenememişken nasıl oldu da günden güne daha da yalnızlaştıran bu sözde sosyalleşme çukurlarına düşebildiler dersiniz? Hadi onlar genç ya da çocuk, bir şekilde daha meraklı ve heyecanlı ve de duygularını yetişkinlere göre çok daha zor kontrol altında tutabiliyorlar. Peki ya biz yetişkinlere ne demeli? Sosyal medya hesaplarında sürdürülen yaşamların gerçek yaşamla belki de uzaktan yakından pek de ilgisi yokken hele…
Bir söz vardı hatırlarsınız, Andy Warhol’un söylediği ki kendisi yirminci yüzyılın en önemli pop-art akımının en önemli temsilcisi, ressam, film yapımcısı ve yayıncı; “Bir gün herkes on beş dakikalığına da olsa ünlü olacak!” sözü… Günümüze baktığımızda bu sözlerin ne kadar da yerinde olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Sosyal medyalarda sürdürdüğümüz yaşamlar da bizleri ünlü gibi hissettiriyor olabilir burası yadsınamaz aslında. Çünkü oraya yüklediğimiz bir fotoğraf ya da videonun yüzlerce belki de binlerce beğeni alıp izlenmesi, içten içe de olsa önemli hissettiren duygular katıyor olabilir. Bunlara da sözüm yok, insanız nihayetinde ve önemli, değerli hissetmek hepimizin temel ihtiyaçlarından olabilir. Beni huzursuz eden nokta, sosyalleşelim derken büyük bir oranla asosyal bir yaşama doğru sürüklendiğimizin görülmüyor ve fark edilmiyor olması.
Bunun örneklerini de hem ülkemizden hem de dünya genelinden verebilmek mümkün. Canlı yayın açıp aile yaşamlarını paylaşanlar mı dersiniz, yayın esnasında ağlayarak tüm özel yaşamlarını tanımadığı, yüzünü dahi görmediği milyonların önünde anlatanlar mı dersiniz ya da bebeklerine dahi sosyal medya hesabı açıp sözde çevrelerinden beğeni ve yorum için daha konuşamayan evlatlarının her anını paylaşmaktan çekinmeyenler mi dersiniz… Ne ararsanız var bu sözde sosyal mecralarda…
Gelen beğeni sayılarının beklentilerini karşılamadığı takdirde de yaşadıkları hayâl kırıklıklarından hele bahsetmeye bile gerek yok! Genç kızlarımıza dayatılan filtreli güzellik algıları, beğenilerin az olduğunda yaşanılan ve sanal olduğu idrak edilemeyen hayâl kırıklıkları ve daha neler neler… Daha neler? Asosyal sosyalleşme, sosyalleşmek için; kitap kulüpleri, yürüyüş ya da bisiklet kulüpleri, tiyatro, resim galerisi, müze gezileri ya da hiçbir şey bulunamıyorsa aile/arkadaş sohbetleri ama “sanal olmayan” sohbetler de inanın o sanal beğenilerden çok daha ruh tatmini sağlayacaktır…
Aksi durumda yalnızca sosyal medyalarda sergilenen ve “yaşıyormuş gibi, seviyormuş gibi, seviliyormuş gibi, mutluymuş gibi” yani “miş gibi” olan sahte bir yaşamın, sanal beğeni dışında, esas ruha ne katkısı olacak ki… O yüzden asosyal sosyalleşmeyelim! Sevgiyle kalın kıymetli okurlarım…