Değerli okurlarım, Adana Yerel Haber ailemizin kültür köşesinde duyurusunu okuduğunuz gibi “Sus Artık Şeytanın Avukatı” isimli deneme türündeki yeni kitabımla tekrar okurlarla bir araya gelmenin sevincindeyim. Yazılarıma ve kitaplarıma sadık yaklaşımınız ve desteklerinizden dolayı bu haftaki konumuza geçmeden önce, tekrar teşekkür etmek istiyorum. Artık slogan hâline getirdiğim, daha çok kitaplarda satırlarda buluşmak dileğimle, diyerek sevgi ve saygılarımı, yazıyı her nereden okuyorsanız oradan hissetmeniz mutluluk verir…
Adana’da bir ilk olarak ArtConcept Adana Çağdaş Sanat Fuarı, 25-28 Eylül 2025 tarihlerinde bizimleydi. Ben de çevresindeki hayhuydan biraz olsun uzaklaşabilmek adına sanata kaçanlardan olduğum için katıldım. Gelin bu hafta biraz da sanat konuşup fuarda nelerle karşılaştığımızdan bahsedelim…
Öncelikle daha giriş kapısından itibaren şehrin tüm gürültü ve hızla akan zamanını kapı dışında bıraktım. Bunu, kendi irademle değil, tabloların, heykellerin o, zamanı durduran gizemli havasıyla yapmış oldum. Ayrıca birbirinden usta ressamlarla da tanışma ve sohbet etme fırsatı bulmuş oldum. O esnada aklımdan geçense, sanata neden hiç sıra gelmediği konusu oldu.
Dikkat ettiniz mi, sanata çoktandır sıra gelmiyor! Konuşmuyoruz bile nerdeyse! Ne bir kitap ne bir resim ne de keyifli bir melodi… Neredeyse hiçbirini biraz durup dinlemeye, okumaya ya da tablo önünde durup biraz da oradaki dünyalara dalmaya hiç vaktimiz kalmamış gibi… Ekranlarla geçirilen vakitler, bitmeyen ekonomi ve siyasî tartışmalar hatta neredeyse her gün yaşatılan şiddet ve cinayet haberleri arasında hele…
Sanata bir türlü sıra gelmiyor ki konuşulsun, diyenler olacaktır. Haklılar da… Gündelik koşturmacalar arasında biraz da olsun dinlenip ruhumuzu da dinlendirmeye vakit bulamaz olduk. Hâlbuki sanat değil miydi, kendimizi en iyi ifade etmenin dışavurum aracı? Belki de biraz durup kendini dinlemek, sanatla beslenmeye çalışmak ya da duygularımızı gerçekten duymaktan korktuğumuz içindir sanattan kaçışlar ne dersiniz? Aslında sanat, bir durma anıdır, bana göre. Ve biz, o anı yakalamaya pek de alışkın değiliz.
Yazarlık, benim için zaman zaman içimdeki kalabalığı susturmak için başvurduğum bir yöntem oldu. Kendime kurduğum kelimelerdeki düzenle, aynı zamanda bir dünya da inşa etmiş oluyorum. Ve o fuarda, tuvallere yaklaşırken kendime çok benzeyen ruhlarla karşılaştım. Onlar da tıpkı benim gibi içlerindeki karmaşayı bir parça olsun susturmak ya da anlamlandırmak için anlatıyorlardı. Tek bir fark var, onların anlatımı fırçayla…
Kimi ressamla sohbet ettim ve bu esnada fark ettim ki içlerinde taşıdıkları şey, kelimeye ya da cümleye dönüşemeyecek kadar derindi.O yüzden de boyaya sarılmışlardı. Renge, forma, lekeye… Tıpkı kalem kâğıda sarıldığım gibi…
Malzemelerimiz biraz farklı olmuş olsa da ben gözlemlerimi, düşlerimi, çatışmalarımı kalemle kurguya dönüştürürken onlar da fırçalarıyla aynı şeyi yapıyordu. Örneğin ben bir karakterin iç sesine kulak veriyorum, onlarsa bir rengin arkasına saklanan duyguyu ortaya çıkarıyor. Ben, cümlelerimde yüzleşmeyi arıyorum, onlarsa bir fırça darbesinde…
Sanatçıların aslında öncelikle kendiyle boğuştuğundan da bahsetmeden geçemeyeceğim… Bu mücadele, birçok ressamda çok netti. Kimisi tablolarında çocukluğuna inmiş, kimisi memleket özlemini boyamış, kimisi de yalnızca kendi içindeki karanlıkla yüzleşmişti. Ancak hepsinin ortak özelliği, içini susturmak yerine, dışa vurmuş olmalarıydı.
Bu yüzden tekrar sormak istiyorum… Sanattan kaçışlarımız gerçekten “işim var” kaçışları mı? Yoksa içimize dönmekten mi korkuyoruz? Sanatın herhangi bir şeklini takip edip ondan kaçmamakla kendimizle yüzleşmiş oluruz çünkü… Örneğin tiyatroda bir oyun izleyen kişi, kendi ve toplumu için bir aynayla karşı karşıya kalır. Gülerken ya da eğlenmeye çalışırken dahi o oyun esnasında içten içe bir sorgulama ya da tanışıklık vardır. Tanıdık gelir yani… Belki de tam olarak bu yüzden sanata sıra gelmiyordur, ne dersiniz?
Belki de yüzleşmek istemiyordur artık insanlar, sadece zamanın akışıyla ve getirdikleriyle yetinmek daha güvenli geliyordur kim bilir? Ve yüzleşme sonrasında neyle karşılaşacaklarını bildiklerindendir belki sanata sıra gelmeme sebebi, öyle değil mi?
Bana göre sanat, bir durak değil, pusula. Kişilerin, toplumların, yaşanılan şartların birer pusulası. Yeter ki biz, kaçmayı bırakıp ona dönmeyi seçelim. Sanatçılarsa, her şartta üretmeye devam ediyor. Biz susarken onlar konuşuyor. Biz kaçarken onlar iz bırakıyor. Belki de bu yüzden Frida Kahlo; “Ben duygularımı asla kelimelere dökemem! Onları boyuyorum, o kadar.” demişti.
Zaman zaman bir ressamın fırça darbesiyle, zaman zaman da bir yazarın kelimesiyle… Kısaca sanat, içimizdeki seslerin ve suskunlukların duyulmasını sağlıyor. Kaçsak da bakmasak da o aslında hep orada. Yeter ki gerçekten görmek isteyelim…
Gördüğüm tabloların en güzeline değinmeden bitiremem. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün yer aldığı tabloların tümü… Ve sanata verdiği değeri anlatan şu sözleri:
“Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir!” / Mustafa Kemal ATATÜRK
Hayat damarlarından biri kopmuş bir insanın ya da toplumun, nefes almasının da olanaksız olacağını unutmayarak sanatla ve sevgiyle kalın değerli okurlarım…