Değerli okurlarım, sizlerde de oluyor mu bilmiyorum ama bana sanki her şehir ayrı bir duyguya sahipmiş gibi geliyor… Yoğunlukları, koşturmaları, kapalı ya da açık havası, iş önceliklisi veya buram buram tatil havası… Her duygu ayrı birer şehir ve her şehir de ayrı birer duygu değil mi sizce de?
Bazı şehirler vardır daha adımınızı atar atmaz sahip olduğu duyguya da sizi anında içine çeker… Bazı şehirler de vardır ki tarihi zenginliği, yaşayan ruhu ve doğa güzellikleriyle daha araçlarımızdan inmeden, “Hoş geldin!”, derler bize… Belki de “Niye bu kadar geciktin?” de…
Bazı şehirler de vardır ki havası soğuk olmasa bile taş binaları soğuk gelir insana… Bakarsınız ve bir an üşürsünüz o soğuklukta… “Hoş geldin!” diyen de yoktur mesela öyle şehirlerde… Örneğin; sandalyeleri ters çevrilmiş ve garsonları da çoktan sigara molasına çıkmış gibi hissettiren soğuk şehirler…
Benim yazı alanım; romanlar, çocuk kitapları, makale ve denemelerin yanı sıra gezi yazıları da olduğu için ilk defa göreceğim bir şehirse gideceğim şehir, o noktada içimden hep şunu geçiririm: Şehirlerin de kalbi olur mu?
Mesela Adana’nın kalbi nerede atar dersiniz? O, dışarıdan görenlere karmaşa gibi görünen ancak nerede hangi taze gıda bulunur ya da hangi esnaftan en iyi kumaşı bulabildiğimizi bildiğimiz çarşının arka sokakları mı? Yoksa o yazın kavurucu sıcağında içimizi ferahlatan bicibicilerinin satıldığı herhangi bir yeri mi? Belki de fuarları ya da sinema canlılığını her yıl eksiksiz hepimize hissettiren sanat aktivitelerinin yapıldığı o eşsiz noktaları mı?
Peki ya Ankara’nın kalbi nerede atar dersiniz? Ankara, denildiğinde dahi hep bir ciddi hava sezinliyorum okurlarımdan. Ankara, ülkemizin başkenti, siyasetin kalbi, hep ciddi olması beklenen, havası soğuk ama insanlarının eşsiz misafirperverliği… Ağırbaşlıdır ama eğlencelidir de Ankara… Ancak şehre hiç gelmemiş olanlar ya da özellikle kış aylarında ilk defa gelmiş olanlar, genellikle gezilecek pek yer bulamadıklarından ve keskin soğuğundan şikâyetçi olur. Hâlbuki Ankara, aynı zamanda babaocağımızdır ki ülkemizin hangi şehrinde yaşarsak yaşayalım, mutlaka dönüp dolaşıp Atamızın huzurunda saygıyla minnetlerimizi sunarız…
Peki ya İzmir? Hep yazlık bir aşk gibidir… Hafif rüzgâr eser ve mis gibi de deniz kokar… Ama genelde de oraya yazın uğrandığı için de o şehrin de kalbini tam olarak anlayamayabiliriz… İzmir Marşı’mızı söylerken bağır çağır, göğsümüzü kabartan bir gururla; “İzmir’in dağlarında çiçekler açar! Altın güneş orda sırmalar saçar!” deriz ama o şehrin kalbinin nerede attığını belki de çoğumuz bilmiyoruzdur…
İstanbul hele o ayrı bir mesele… O kadar çok kalbi var ki sanki şaşırır kalırız bu kalp gerçekten nerede atar diye…
Şehirler gerçekten de duygu taşır. Bir yandan da içimizdeki duygularımızı da alıp saklarlar… Daha önce çocukken yaşanılan sokaklara, evlere tekrar dönüp gidildiğinde bile bu hava sezinlenebilir. Mesela, “Burası eskiden daha büyüktü!” deriz. Aslında büyüyen bizizdir…
Bazen de şehirler, kalpten kalbe köprü olur… Birbirlerini hiç tanımayan şehirlerse maalesef ki kalpten kalbe uçurum olur… Örneğin; herhangi bir şehir doğumlu biri, başka şehirdeki biriyle sorun yaşadığında, tüm oralıları genelleyerek o şehirlileri sevmem de diyebiliyor, biliyorsunuz. O zaman da işte kalpten kalbe uçurum oluşmuş oluyor…
Sözün özü; şehirler de insanlar gibidir… Kimini tanıdıkça seversin, kimini de keşke tanımasaydım dersin… İstanbul mesela… Herkesin bir anısı vardır orada ama İstanbul’un kaç anısı vardır bizde? Özellikle kalabalık ve yorgun şehirlerimizde de öyle… Kalabalık olduğu için ağzı dolu, konuşamıyor, yutkunuyor ya da yutuyor mu şehirler bizi dersiniz?
Evet, şehirler duygular taşır. Ama aynı zamanda bizim içimizdeki duyguları da sırtlanır… Bilemesek de Adana’nın tam kalbini, yine de turuncu sıcaklığıyla sarınırız üşüyen ruhumuza… Bilemesek de İzmir’in dağlarında açan çiçekleri, yine de marşı her söyleyişte ortak gururla kabartırız göğüsleri… Bilemesek de Ankara’nın sıcak yüzünü, yine de baba ocağında, Anıtkabir’de ısıtırız içimizi…
Sevgiyle kalın kıymetli okurlarım…